Somebody That I Used To Know by Gotye on Grooveshark

21 Kasım 2010 Pazar

bir söz

benim yaptıgım,degişen ve birbirine benzemeyen olayları,kararsız ve bazen çelişmeli fikirleri yazıya dökmektir.

montaigne

metin üstündağ/bu hayat bizi yaşar

Uydudan Naklen/Hakan Çelik

KÖŞELERDEN

Nemli dudaklar şehvetle aralanırken

SIRRI SÜREYYA ÖNDER

21/11/2010






'Senaristler, onurları ve hünerleriyle gayet ağır koşullarda çalışan kalem emekçileridir. Tıpkı diğer set emekçileri gibi. Esas çarkıfelek başka yerlerde döner.'






Son günlerde dizi yazarlarının kendileri ahlaksız ve sapık olmak, böyle oldukları yetmiyormuş gibi aynı zamanda necip milletimizin ahlakını da subatmanı seviyesine indirmekle itham ediliyorlar. Lafın burasında ‘ahlakın subatmanı seviyesi’ ölçü birimini ve daha birçok güzelliği yazın dünyamıza armağan eden Selahaddin Duman ağabeyime hürmet ettiğimi şerh ederim.

Evet tekrar mevzuya dönebiliriz. Ne de olsa halkımızın yüksek seciyesinin berhava olma tehlikesi var. Üstelik milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde Allah korusun!

İtiraf ediyorum ki bu ‘seviye düşürme’ işinde ben de pay sahibiyim.

Henüz ‘Beynelmilel’ filmine bir yapımcı bulamamışken özüm

de dizilerde yazarlık yaparak sekiz baş nüfusumuzun nafakasını çıkarırdım.

Kaba bir hesapla 70-80 bölüm dizi yazmışlığım vardır. Bazen hikaye, bazen diyaloğ yazardım.



Dizi yazarlığı ne demektir, ne yer ne içerler?

Bunu anlamanız çok kolay aslında. Geçin bilgisayarın başına, bir word dosyası açın. Ortalama 100 sayfa kendi güzel adınızı alt alta yazmaya çalışın sadece...

Yaa pes ettiniz değil mi?!

İşte pes etmeden, kendi güzel adını da sadece bir kere yazarak, geri kalan binlerce satırı üç gün içerisinde sıkı örülmüş öykülerle doldurana, bunu da aylarca yapana senarist denir.

Bu dizi işinin de kendine göre incelikleri vardır.

Nasıl ki ülkemizin her gazetesi diğer gazetelerin yazı işleri için çıkartılıyorsa diziler de diğer dizilere göre kotarılır.

Tutmuş da bırakmayan diziler, diğer diziler için gösterge oldukları yetmiyormuş gibi yeni yapılmakta olanları da belirlemeye başlar.

Sanatında zirve olmuş isimler vardır. Arif Sağ mesela böyle bir ustadır. Arif Sağ bağlamayı yendiği günden beri, her vilayetin en güzel bağlama çalanına o memleketin Arif Sağ’ı denir. İşte hiçbiri Arif Sağ kadar ölümsüz olmayı beceremese de dizi piyasasında böyle benzetmeler çok yaygındır.

Yapımcı, temsil bir televizyon müdürüyle konuşurken projeyi şöyle tarif eder:

Nasıl bir dizi bu Homriş

Hanım?

Efendim, Fatmagül’ün suçuna biraz Yaprak Dökümü değdirin, İkinci Bahar otantikliğiyle Aşkım Dağlarda Gezer platonikliğini de kattığınızda işte bizim dizi!

İkinci Bahar burada sanki çok şık olmaz Homriş Hanım, hıı?

Zaten ben de senaristlere, olmadı üçüncü bahar yaparsınız demiştim.

Bu arada gündemi de mutlaka yakalayalım.

Onu düşündük. Roman bir kız olacak ama biz ona Roman aksanı yaptırtmayacağız.

Neden?



Eeee tutarsa Carmen’e döneriz, tutmazsa Monte Kristo yaparız. Düşünün Ezel’in dişi versiyonu!! Kız meğerse töre cinayetinden kaçmış olur. İntikam alır. Bir de Ramize Bibi koyarız. Şahane olur valla...



Dizi piyasasından nasıl kovuldum!

Senaristler, bu kurtlar sofrasında onurları ve hünerleriyle gayet ağır koşullarda çalışan kalem emekçileridir. Tıpkı diğer set emekçileri gibi. Esas çarkıfelek başka yerlerde döner.

Böyle saçma bir dizide çalışırken bildiği yanıldığına yetmeyen bir yapımcımız vardı.

Modern Törecanlarla, sürekli yönetim kurulu toplantısı yapmalarına rağmen ne iş yaptığını bir türlü öğrenemediğimiz sanayici ailenin arasında berdel edilmiş bir aşk hikâyesi yazmaya çalışıyorduk. Üç günde yetiştirdiğimiz senaryo, yapımcı tarafından ya şurası olmamış ya da burası kalmamış denilerek geri gönderiliyordu. Ben de bu uyarıları ciddiye alıp sürekli revizyon yapıyordum. Başımızda bekleyen yapımcının adamı, acemi halime acımış olacak ki gerçeği açıklayıverdi. Meğer yapımcı senaryoyu hiç okumaz, klişe mazeretlerle geri gönderirmiş. Bu gerçeği duyunca çok öfkelenmiştim. Senaryoyu çöpe atıp, sıfırdan yeni bir şey yazmaya başladım. Sanayici ailenin oğluyla, törecan oğlan ezeli hasımlardı. İkisini karşı karşıya getirdim. Ve aksiyon kısmına “... ikisinin de nemli dudakları şehvetle aralandı...” diye yazarak dizide yer alan herkesi birbirleriyle seviştirdim. Senaryo Lut kavmine rahmet okutacak bir kıvama gelmişti. Adama verdim, “Götür yapımcıya ver” dedim. Kendimce şık bir istifa mektubu yazmıştım. Ben ofiste kızgın volta atarken telefonum çaldı. Arayan yapımcıydı. “Güzel olmuş eline sağlık” diyerek sete mail’le göndermemi istedi. Ben eski versiyonu gönderdim ama çenem durmadı, bunu her yerde anlattım. Yapımcı beni kovdu. Yeni gelen arkadaşlar aylarca boşu boşuna revizyon yapıp durdular.

Tecavüz bir devlet politikasıdır. “Esmer, sarışın fark etmez...” diye başlayan tekerlemelerle eğitim yapan bir milletiz biz. Sevişme fiilini bir cezalandırma aracı gibi görüp onun bunun anasına bacısına uygulama hasretiyle inleyen tribünlerimiz var.

Bütün bunları pas geçerek senaristlere laf sokuşturan parlamenterde, aha bu yapımcıya sürtecek kadar akıl yoktur.

KÖŞELERDEN

Bir gerillanın 'kaçak' günlüğü



CÜNEYT ÖZDEMİR


21/11/2010



'Julian ortada yok. En son Londra'da bir Etiyopya lokantasında görüldü. O şimdi aranan bir kaçak. Julian neyse ki Türk değil.'




Adamın biri çıkıp kimsenin bilmediği sırları belgeleriyle açıklıyor. Açıklamakla kalmayıp yaptığı işin arkasında duruyor. Belgeleri ortaya serdikten sonra savcıları göreve çağırıyor. Sonra ne oluyor dersiniz? Bir anda özel hayatı ortaya saçılıyor. Başka kadınlarla ilişkisi olduğu, hatta iki kadına tecavüz ettiği iddiası ile dava açılıyor. Adamın ortaya attığı iddialar bir kısım medya tarafından kenara itilip özel hayatı konuşulmaya, tartışılmaya başlanıyor. Mahkemeler boş durur mu hemen adam hakkında dava açılıyor. İfade vermesi için mahkemeye çağrılıyor. Adam, bu davaların ortaya attığı iddiaları gölgelemek için açıldığını iddia ediyor ama nafile…



Kendisiyle röportaj yapan gazeteciler iddiaları bırakıp bunları konuşmaya başladığında röportajı kesiyor, mikrofonunu fırlatıp canlı yayını terk ediyor. Bu arada hakkındaki iddialarla ilgili ifade vermeye mahkemeye gitmiyor. Sen misin gitmeyen adam hakkında tutuklama kararı çıkartılıyor… Kim bu adam dersiniz?



Aklınıza ilk gelen isim bu satırları tutuklu olduğu Silivri Cezaevi’nde okuyan Hanefi Avcı ise yanıldınız. Bütün bunlar uluslararası devlet sırlarını açıklayan wikileaks.com’un kurucusu Julian Assange’in başına geldi. Şu anda nerede olduğu bilinmiyor. Son verdiği röportajlarda Moskova ya da Havana’ya gidebileceğini duyurmuştu. Diğer bir alternatifi Yeni Zelanda’ydı…

Julian ortada yok. En son Londra’da bir Etiyopya restoranında görüldü. O şimdi aranan bir kaçak.



Teknoloji devriminin uluslararası güçlere savaş açmış bu yakışıklı gerilla savaşçısı dünyanın dört bir köşesinde sınır kapılarında aranıyor. Peşinde dünyaya korku salan istihbarat teşkilatlarının adamları var. Julian Assange kelimenin gerçek anlamı ile bir dünya vatandaşı. Bu yüzden onun için kaçmak zor değil. Assange ile yapılan röportajlara baktığınızda inançlı ve kendine güvenen bir insan portresi karşınıza çıkıyor. Kolayca küstahlaşabilen ve bundan gocunmayan bir adam. Kendinden o kadar emin ki kimi sorulara cevap vermeye tenezzül bile etmiyor. Böylesine büyük bir işe kalkarken başkasını beklemek imkânsız…



Tek bir tesellisi var: Julian Assange neyse ki Türk değil. Eğer Türk olsaydı şu ana kadar çoktan tutuklanmıştı. Muhtemelen Silivri’de mahkeme günü bekliyor olurdu. Onunla röportaj yapan gazeteciler de çoktan bir kısım medya tarafından ‘tecavüzcü’ ilan edilmişti. Muhtemelen birileri de harıl harıl hakkında kitap yazmaya başlamışlardı.

Kimsenin o gazetecilere kızmaya da hakkı olmazdı; Zira yaşananlar gerçekten ‘çok satması’ garantili ‘iyi hikaye!’ Biz de “İyi kazançlar beyler” derdik çıkardık işin içinden.



                                                                             Vietnam'da güzel bir medrese

Araya kaynadığım bir fotoğraf karesi Vietnam’da özellikle mezuniyet günlerinde kadınların geleneksel giysiler giyip tarihi mekânlara gelip fotoğraf çektirdiğini de bu vesile ile öğrendik. Hepsi tek tek poz veriyor ama ne pozlar! Burası dini bir üniversitenin kalıntıları. Zamanında 300 kişilik üniversite öğrencisi belirleniyor, sonrasında kral 30 kişisini master için seçiyormuş. Bu dünyalar güzeli kızlar da yeni mezunlar. Güzel bir gelenekmiş! Araya kaynayıp ölümsüzleştirince daha da güzel.



Bu komünist sistemi anladıysam arap olayım


Devleti komünistlerin yönettiği, ticareti kapitalistlerin yaptığı bir ülke. Hiçbir ülkeyi anlamakta bu kadar zorlanmadım. Bir yanda koyu ve güçlü bir devletçilik anlayışı diğer yanda ekonomik açıklık... Tamam itiraf edeyim çok da sistemi anlamak için kendimi zorlamadım ama inanın neresinden baksanız tuhaf, benzersiz ve örnek olabilecek deneysel bir devlet sistemi!



Vietnam telekom

Ben Vietnam’da okuduğunuz bu satırları hazırlayana kadar beş şehir gezdim ve hepsinde manzara aynıydı. Teller havada karman çorman… İşin en güzel yanı da şu: Uyanık Vietnamlıların da dikkatini çekmiş bu durum. Bu tellerin fotoğrafını çekip tişörtlere basmışlar üzerine de Vietnam Telekom yazmışlar. Gel de gülme!...



‘Beyaz Vietnamlılar ne yiyor, ne içiyor?

Beyaz Türk prensi Ertuğrul Özkök, Vietnam’a gelirse kaçırmaması gereken birkaç yerden bir tanesi HA NOİ’deki Green Tangerine adlı restoran. Fotoğrafta gördüğünüz bu avluya genelde Batılılılar geliyor. Ama Özkök’ün Ha NOİ’de asıl kaçırmaması gereken yer ‘Boby Chinn.’ Bizim İstanbul’daki Changa’nın çakması bir havası var ama olur artık o kadar ‘Beyaz Vietnam’ yanılgısı!

KÖŞELERDEN

BUGÜNKÜ TÜM YAZILARI

Haşmet Babaoğlu
Pazar notları: Kadın söz, erkek gramer!



Anlamak için çoğu zaman acı çekmek gerekir. Bunu göze alamayız... ve işte tam da bu yüzden, anlayamayız.

***
Ülkedeki her yanlışı, her eksiği "eğitim yetersizliği"ne bağlamak sinsi faşizmin belirtilerindendir. Hepimiz alttan alta biliriz ki, "eğitim şart"çılar aslında bu halka "sıkı bir ders" verme arzusuyla yanıp tutuşmaktadırlar.

***
"Halka gidecekler" miş... Söyleyişlerinden belli ki bayağı uzakta oturuyorlar. Yol uzun!

***
Özgürlükle arası iyi bir toplum değiliz. Hem isteriz hem de korkarız özgürlükten. Gülmeye benzer bizim gözümüzde! Sevince, şenliğe benzer! O yüzden de ne zaman kendimizi özgür hissetsek, "çok güldük, ağlayacağız" korkusuna benzer bir korku sarıverir içimizi!

***



Nasıl iyi olunur? Bu noktada en temel uyarılardan birini Oğuz Atay yapmıştı: "Sürekli başkalarının kötülüğünden söz ederek kendini iyi kılamazsın!"

***

Hâlâ "doğru erkek" kavramı revaçta! Ve hâlâ kadınlar "doğru erkeği bulamamak" tan şikâyetçiler... Neden anlayamıyorlar? Sevilinceye kadar bütün erkekler "yanlış" tır! Bazıları sevildikten sonra da "yanlış" kalır, bazıları da "doğru" oluverir.

***

Yine de uyarayım... Sevgili yazarım Margueritte Duras demişti ki, "erkekleri sevebilmek için çok sevebilmek gerekir." Allah'tan ki, "çok sevebilmek" kadınlarda nadir rastlanan bir özellik değil! Peki sorun nerede? Günümüz kadınları sevmek değil, sevilmek istiyor. O zaman işte, bir türlü olmuyor. Erkeklerle kadınların arasındaki uçurum bir türlü kapanmıyor.

***

Duras dedim de... Ne güzel anlatır: "Erkek bakar, bakar, bakar. Kadın bakıldığını bilir, bakıldıkça kendisi olur ve aynı anda yavaş yavaş uzaklaşır erkekten."

***

Kadın sözdür. Sesini yitirmemek için durmadan akıp giden söz. Erkek gramerdir.


***

Saçlarını arkaya doğru iterken fısıldar gibi "artık beklemek, özlemek, hayal kurmak istemiyorum; sadece aşk istiyorum" diyor. Benden bir cevap bekler gibi... Arkama yaslanıp gülümseyerek bakıyorum ona. Neden sustuğumu, neden bir şey söylemediğimi merak ediyor. Ona içimden geçeni nasıl söyleyebilirim! "Demek ki artık aşk istemiyorsun" diyebilir miyim? Susmak en iyisi!

***

Varlıklılar için zordur aşk! Kalplerine sıra gelmeden önce verecek ne çok şeyleri vardır.

KÖŞELERDEN

Einstein İzafiyet Teorisi’ni bir Türk’ten çalmış!



Zülfü Livaneli

--------------------------------------------------------------------------------

‘Albert Einstein 1896’da İsviçre Politeknik Federal Okulu’nda iken bir sınıf arkadaşı var. Mükerrem Bey adlı bu öğrenci Osmanlı’nın eski sefirlerinden Zadegân Hayrullah Bey’in oğlu.



Arkadaşları ve hocaları tarafından dâhi olarak nitelenen Mükerrem Bey, daha sonra izafiyet teorisi olarak ünlenecek bir kuram üzerinde çalışıyor ve bunu sınıf arkadaşı Albert’le paylaşıyor. Ancak akciğerlerinden rahatsız olan Mükerrem Bey genç yaşta vefat ediyor ve Einstein bu teoriyi dünyaya sunarken onun adından söz etmiyor. Yıllar sonra bu çalışmalar Mükerrem Bey’in ailesine teslim edilen belgeler arasında çıkıyor.’



Daha siz yazıyı okumadan bu haberin internet yoluyla binlerce kişiye ulaşacağından, başka gazetelerde haber yapılacağından, insanların diline düşeceğinden eminim.



‘Canım olur mu öyle şey!’ diyenlere ise ‘Ama gazete yazıyor!’ denilecek. Ya da ‘öyle söylüyorlar!’ klişesine sığınılacak.



Oysa bu haberin tek kelimesi bile doğru değil. Ne Zadegân Hayrullah Bey mevcut ne de Mükerrem Bey.



Bu isimleri ve olayı şu anda ben uydurdum.



Kusura bakmayın; amacım, gazetede ya da internette okuduğunuz her şeye inanmamanızı ve her şeyi biraz mantık ve sağduyu süzgecinden geçirmenizi sağlamak.





***





Genç, yetenekli ve medya malzemesi olmamaya çalışan Beren Saat, Cengiz Semercioğlu’na diyor ki:



Medyaya mesafeliyim, çünkü çok canım yandı. Birileri atıyor ortaya, sonra yedi-sekiz gazete yazıyor bunu. Artık sistem böyle işliyor. Benim adıma bir şeyler iddia ediliyor, haberler çıkıyor, ben ‘Yok öyle bir şey’ diyorum. Bu ev işi de öyle oldu...



CHP Genel Sekreteri Süheyl Batum çırpınıyor: ‘Ben böyle bir söz söylemedim’ diye.



Bunlar sadece önceki gün okuduklarım. Binlerce kişi ‘Ben böyle söylemedim. Bu haber doğru değil’ diye çırpınıyor.



Ne gam!



At ortaya bir laf, uğraşıp dursunlar.



Benim de hayatım iftiralarla uğraşarak geçtiği için onları çok iyi anlıyorum.





***





Basın çağımızın en etkili silahı ve bazen nükleer güçten daha yıkıcı etki yaratıyor.



Ülkeyi yönetmeye aday, halkın çok sevdiği pırıl pırıl bir siyasetçi düşünün. Ertesi gün seçim yapılacak, bu adayın kazanmasına da kesin gözüyle bakılıyor.



Tam o gece TV’de ya da internette, suratı morarmış, ağlayan bir kız çıksın. Aday için ‘Beni kullandı, hamile olduğumu öğrenince de dövüp sokağa attı’ desin. Hüngür hüngür ağlasın.



Bu iftira o adaya seçim kaybettirir ama esas kaybeden ülke olur.



Dostlarıma hep söylüyorum: Eğer 1919’da mütareke basını bugünkü kadar güçlü olsaydı ve TV yoluyla herkese ulaşmayı başarsaydı, Mustafa Kemal Paşa Samsun’dan öteye geçemez, hatta yoğun iftira kampanyasından insan içine çıkamazdı.





***





Bir de desteksiz haberler var.



Yıllardır Hollywood ünlüleri her yıl Türkiye’de film çekecek olurlar. Bizim oyunculardan birine bayılmışlardır.



Beraber film yapacaklardır. Gazetelerin birinci sayfalarında Robert de Niro, Jeremy Irons, Nicole Kidman gibi oyuncuların fotoğrafıyla, yerli starların fotoğrafı yan yana basılır.



Ama nedense o film bir türlü çekilmez. Zaten mesele film falan değil, içeriye propaganda yapmaktır.



Gazetelere bakarsan neler oluyor neler: Yerli filmler 180 ülkeye satılıyor, Amerika’da milyonlarca kişi seyrediyor, Hollywood Türk yönetmenlerin peşinden koşuyor.



Öyle allayıp pulluyorlar ki işin iç yüzünü bilmesem ben bile inanacağım.



Çünkü ‘Gazete yazıyor!’





***





Hep söylüyorum: Basın düzelmeden Türkiye düzelmez!



Not: Basını eleştiren yazılarımda namuslu, yürekli, dürüst meslektaşlarımın hakkını yememeye özen gösteriyorum. İyi ki varlar. Onların sayesinde biraz içimiz ferahlıyor.

KÖŞELERDEN

Yapamadıklarımız...



İclal Aydın

--------------------------------------------------------------------------------

Bayram, kızımın doğum günü gibi güzel sebepler vesile oldu, aile büyükleri ve kuzenlerle dolu bir masada akşam yemeği yedik evvelsi gece...



Begüm nişanlanmış, kızımın büyük kuzenlerinden biri...



Fotoğraf albümünü gösterdi annesi. Genç kızın anne babasının tam nişan takılırken çekilmiş bir fotoğrafına takıldım kaldım... Karede sadece ikisi vardı... Profilden görünüyorlardı ve ikisi de o anda farklı yerlere dalmışlardı... Ne çok şey anlatıyordu o fotoğraf...



İkisinin de sadece o an için durgun ve yorgun bakışlarında kızlarının olgunluğuna şahit olmanın getirdiği bir hesaplaşma vardı sanki... Begüm, tanıdığımda küçücük bir kızdı... Ben bile fotoğraflardaki o şahane genç kadına bakarken geri dönüp yılları hesapladım tatlı bir hüzünle...



Anne babası kim bilir neler düşündüler o anda...



Annesine dönüp “Bu fotoğraf çok etkiledi beni... Neler gördü bu gözler, neler geçirdi bu beraberlik ve ah nelere tanık olduk diye düşünüyorsunuz burada değil mi...” dedim.



Yanıtı yanaklarına pıtır pıtır dökülen gözyaşları oldu...





***





Hafta sonu uzak bir ülkede bir kasabadan diğerine geçerken tarlaları, evleri, ağaçları izliyor ve yapamadıklarımı düşünüyordum...



İçinde yol aldığım arabanın camlarına vuran yansımama baktım...



Bir an anladım ki... O anda yani...



Hayatımı hep yapmak istediklerim yönlendiriyor sanmışım onca zaman...



Yoksa yapamadıklarım mıydı yollarımı çizen, dönemeçleri belirleyen... Yapamadığım için vazgeçtiklerim mi?



Bir şey daha fark ettim... Vazgeçmek kolayı olmuş hayatın... “Ne yapalım, hakkımızda hayırlısı neyse o olsun artık” diyerek çarpışmadan çekilivermek kabul edilmesi çok zor bir işti oysa başlangıçta...



Başarılı insanlar direnebilenler midir sahiden?



Her şeye katlanabilen, gerekirse içindeki inciyi kırabilen midir?





***





Yapamadıklarınızı düşünür müsünüz siz de?



Üstesinden gelemedikleriniz, başarısızlık hanesine eklenenlerden öte bir şey sorduğum...



“Aslında orada olmalıydım, o benim hakkımdı” dediğiniz mevkilerden de başka...



“Buraya kadarmış, elimden geleni yaptım” bahanesinden uzak...



Hep ertelediğiniz bir yolculuk var mı mesela? Değiştirmek istediğiniz bir şeyler oldu mu? Tek bir günü olduğunuzdan farklı biri gibi geçirmek istediniz mi? Sizden beklenmeyecek şeyler yapmak, insanları şaşırtmak arzusuna kapıldınız mı? Daha sakin bir döneme saklanan kitaplar, mektuplar, dergiler gibi bekler mi dilekleriniz de, öyle üst üste?



Yapamadıklarımız...



Çocuklarımız mezun olurken, evlenirken velhasıl onlar yeni bir hayata geçerken bizi eski hayattan alacaklı bırakan ertelediklerimiz...



Ya da muktedir olamadıklarımız...



Hayatımıza son şeklini veren onlar mı nihayetinde?

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Blogroll

Yasemin's bookshelf: read

Bliss: A NovelEngereğin Gözündeki KamaşmaBir kedi, bir adam, bir olumLeyla'nın EviSilver WeddingWhitethorn Woods

More of Yasemin's books »
Book recommendations, book reviews, quotes, book clubs, book trivia, book lists