Somebody That I Used To Know by Gotye on Grooveshark

5 Aralık 2010 Pazar

çalar saat 1

çalar saatin ziliyle uyandı ....boş gözlerle etrafına bakındı. yatağından kalktı.hazırlanmak için banyo yöneldi.
durakladı.işten kovulduğunu anımsadı.hüzünlenir gibi oldu.yatağına oturdu ,uzandı ,yorganı kafasına geçti ,
ağlamaya başladı.
yataktan kalktı.boş gözlerle etrafa baktı. saate baktı .saat dörttü.ağlaya ağlaya uyumuş olmalıydı.mutfağa gitti .
buzdolabını açtı yiyecek bir şeyler baktı canı bir şey istemiyordu.meyve suyunu aldı şişesiyle kafasına dikti.

kadın

KADIN

*Kadın, kocasının; delikanlılıkta sevgilisi, olgun çağda arkadaşı, ihtiyarlıkta da hasta bakıcısıdır.
                                                                                                                  BACON
*Daha değerli bir şey bulamaz erkek kadının iyisinden, beterdir kötü kadın her şeyin kötüsünden.
                                                                                                  Hesiodos

*Kadınlar istediler mi sahiden hasta olurlar; hatta kibirleri uğruna ölürler bile.

            
                                              Andre Maurois

*Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer.

                                                           Tevfik Fikret

*Kadınla müziğin yaşı olmaz.

                                                                                                                     Oliver Goldsmith

*Kadın olsun da bir sözü cevapsız bıraksın, olacak şey değil meğerki dilsizini bulun.
                                                                                                                              Shakspeare

*Kadınların, süs ve aylaklıklarının bizim alın terimiz ve emeğimizle beslenmesi gülünç ve haksız bir şeydir.

                                                                                                                                                Montaigne

*Kadını yedir, giydir, mücevherlerle ve başka güzel şeylerle süsle, fakat sakın ona akıl danışma.

                                                                                                                                  Pançatantra

*Çiçek koku vermek, ateş ısıtmak, kadın da mesut etmek için yaratılmıştır.

                                                                                                           G.Gardo
*Kadınların gözleri keskin, zekâları uyanık, düşünceleri vesveseli olur.

                                                                                       Guy de Maupassant

*Fil zinciriyle, at gemiyle, kadın da gönül rızasıyla tutulur.

                                                                                              Şudraka

*Kadınların boğazlarını önce babaları, sonra kocaları, daha sonra damatları doyurur.

                                                                                                                     Jules Romain

*Kadın, çok defa en çok hoşlandığı şeye dudak büker.

                                                                                       Shakspeare

*Havayı geldiği gibi, rüzgârı estiği gibi, kadını olduğu gibi kabul edin.

                                                                                         Alfred de Musset

*Bütün kadınlar, sönmektense, yana yana tükenmeyi tercih ederler.
                                                                                              Montherland

*Kadın kendi kendi başına ne gül goncasıdır, ne de diken. Koklamasını bilirsen gül olur, tutmasını bilmesen diken.
                                                                                                                                     Refik Halit Karay

KÖŞELERDEN

HAŞMET BABAOĞLU
Pazar notları: Onu nasıl sevmiştin?


Onu sevip sevmediğinden daha önemlisi onu nasıl sevdiğindir... Severken kim gibisin, ne gibisin?.. Bir dilenci gibi mi, yoksa kapkaççının teki gibi mi?





***



"Onu sevmiştim ama.." diye sızlanma şimdi! Bir sor bakalım kendine: Nasıl sevmiştin? Neşeyle mutfağa girmiş bir aşçı gibi mi, karnı zil çalarak sofraya oturmuş biri gibi mi?



***



Çocukluğumdan beri canım sıkıldığında oturduğum yerde alıp başımı gitmeyi severim. Şu yaşta ve başta bile küçücük bir çağrışım yeter bana... Minicik bir işaret... Sehpanın üzerindeki şu minik cam küre içindeki deniz feneri mesela! Bakarken üşüyorum. Çünkü sarp bir yamacın başında durmuş, yüzümü denizden doğru sert esen rüzgâra tutmuşum. Çok uzakta bir şilep dalgaların arasında bata çıka ilerliyor. Birazdan gelip alacaklar beni. Arabanın arkasındaki sepetten fırından taze çıkmış ekmeklerin kokusu gelecek...



***



"Umut fakirin ekmeği" derler ya... Nasıl da tartışılmaz bir doğru gibi görünür! Üstelik alttan alta umudu da, fakirliği de horlayan bir tavır saklıdır bu sözde! Oysa "geleceğe umutla bakmak"sa eğer mesele, bu tümüyle orta sınıfa özgüdür. Fakir ummaz, inanır! Tanrı'nın hikmetine...



***



"Umut" kavramı binlerce yıl boyunca hemen her kültürde Tanrı inancıyla kopmaz bir bağa sahipti. Günümüzdeyse bu kavram son derecede "seküler" ve Batılı bir anlamla kuşatılmış durumda! Artık umut demek, her şeyden önce "kendine inanç, kendine güven" demek! Sonra da ipinin ucunu asla tutamadığımız, asla tam olarak inanamadığımız şeylere; mesela tıbba, ekonomiye, siyasete güvenmek demek! Uzun sözün kısası... Hayal ve iradenin çarpıştığı umutsuzluk dünyası işte!



***



Gelecek fikriyle sınıfsal ilişkimize gelirsek... Zenginler geleceği kurarak, orta sınıflar gelecekten bir şeyler umarak, fakirlerse sadece "bugün"de yaşarlar.



***



"Nasıl başardınız?" diye sorulduğunda, hemen "doğru zamanda, doğru yerde, doğru kişilerle çalışarak" diye cevap verenleri ilgiyle izliyorum. "Vayy be!" diyorum içimden. Oysa bir hatırlasalar... Başlangıçta endişe ve kuşkuyla titriyorlardı!.. İşler yolunda gitmeye başladığında talihin kendilerine güldüğünü düşündüler. Finalde kesinkes başarı gelince de artık başlangıçtaki bütün seçimler "doğru" görünüyor. Yutalım mı bu masalı?



***



Anne babalar tüketim kültürünün temel özelliği konusunda yanıldılar. Çocuklarını savurganlığa karşı uyardılar hep. Oysa şimdi anlıyorlar ki, sorun savurganlık değil, oburlukmuş! Nesneler, tatlar, duygular, düşünceler, dostluklar yalanıp yutuluyor ve hiçbiri gereksiz veya fazla gelmiyor!

KÖŞELERDEN

Roman


Zülfü Livaneli - zlivaneli@gazetevatan.com

--------------------------------------------------------------------------------

Besteler yalnız yapılıyor, kitaplar yalnız yazılıyor.



Bir ürün vermenin olmazsa olmaz koşulu yalnızlık, çekilme, bir yerlere kapanma.



Bunu da en iyi yurt dışında sağlıyorsunuz.



Çevrede sizin diliniz konuşulmadığı ve Türkiye’de olup bitenler dünyayı çok fazla ilgilendirmediği için, kendi düşüncelerinize ve iç aleminize gömülme imkanı buluyorsunuz.



Ülkesinde yaşayan insan gündelik gerçeklerle sarmalanmıştır ama dışarıda kalan, ülkesini geçmişi ve geleceğiyle birlikte kavrar.



Ben de yazmakta olduğum yeni romana yoğunlaşmak için bir süre, ücra bir yere kapanacağım.



Ama yazılarımı göndermeye devam edeceğim.



Bir de 17 Aralık’ta Lütfi Kırdar’da Alman ve Macar müzisyenlerle vereceğimiz konser için iki günlüğüne geleceğim.



Bunun dışında ortalıklarda yokum.



Hıncal’ın sık sık tekrarladığı gibi ‘Abbas’ durumu!





***





Stefan Zweig, yaratmak için ‘çekilmenin’ şart olduğundan sık sık bahseder.



Gündemin içindeyken eser üretilmiyor.



Kafanızdaki dünyanın ve roman karakterlerinin, gerçek dünyadan daha ağır basması gerekiyor.



Çünkü bir roman milyonlarca ayrıntıyla ilerler; belli bir mimari tasarım ve mühendislik gerektirir.



Anlık heyecanlarla roman yazılamıyor. Çok uzun bir çaba sonucunda ortaya çıkıyor.



Ve anlatacaklarınızı sizden başka bilen birisi yok.

Hikayeyi, dramayı siz ilerleteceksiniz, karakterlere siz can verecek, onları siz davrandıracak ve konuşturacaksınız.



Bu da beyninizin sadece bu emeğe odaklanmasıyla oluyor.





***





Sürükleyici bir hikaye kurgusu ve unutulmaz karakterler yaratmak 19. Yüzyıl romanının en önemli özellikleriydi.



Bu yüzden kitleler, büyük romancıların kitaplarını bugünkü televizyon dizilerini izledikleri gibi heyecanla ve zevk alarak okurlardı.



Charles Dickens’ın fasiküller halindeki romanları Britanya’da fırtınalar yaratır, her yeni fasikül izdihama neden olurdu.



Rusya’da da durum böyleydi, Fransa’da da.



Hikayeyi önemsemeyen, unutulmaz karakterler yaratmayan ve yamalı bohça gibi her şey hakkında gevezelik eden post-modern edebiyat, okuyucuyu romandan soğuttu.



Çünkü zevk unsuru kaybolmuştu artık. Entelektüel iddiası olan romanlar güçlükle okunuyor, sonra da akılda ne bir karakter kalıyordu, ne bir sahne.



Bu yüzden popüler edebiyat denilen bir tür doğdu.



Milyonlarca satan bu tip kitaplar sadece eğlendiricilik özelliği taşıyor, herhangi bir insani derinlik kaygısıyla uğraşmıyordu.



Bana göre bu ayrım döneminin sonuna geliniyor yavaş yavaş.



Artık Jonathan Franzen, Philip Roth, Mario Vargas Llosa gibi önemli yazarlar, 19. yüzyıl büyük roman geleneğini sürdüren, dört başı mamur, deyim yerindeyse ‘roman gibi roman’ yazıyorlar.



Benim inandığım yol da bu.



Roman zevkle okunmalı, okurlar elinden bırakamamalı ama aynı zamanda insanlığa ve varoluşumuza dair yeni şeyler söyleyen bir derinliğe ve incelmiş bir dile sahip olmalı.



Kolay mı bunu yapmak?



Hiç değil.



Ama iyi sanat eserleri doğum sancısı çekmeden ortaya çıkmıyor ki.

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Blogroll

Yasemin's bookshelf: read

Bliss: A NovelEngereğin Gözündeki KamaşmaBir kedi, bir adam, bir olumLeyla'nın EviSilver WeddingWhitethorn Woods

More of Yasemin's books »
Book recommendations, book reviews, quotes, book clubs, book trivia, book lists